top of page
  • Writer's picturenkutluk

Chiang Mai

Updated: May 23, 2019



Chiang Mai, Tayland

Tayland’ın kuzeyinde, en az kumsallar ve adalar kadar ilgi çeken bir şehir var: Chiang Mai.

Chiang Mai, görkemli tapınakları ve coşkun doğası ile bilinen bir yer. Aynı zamanda çok fazla uluslararası seyyahın mesken tuttuğu şehirlerden biri. O yüzden her zaman canlı ve renkli. Haftanın her gününe düşen bir gece pazarı, aldığım tavsiyelere bakılırsa oldukça iyi masaj okulları ve çeşitli uzunlukta trekking turları başta olmak üzere, Chiang Mai’da uzun uzun zaman geçirmek için onlarca bahane var.

Ben, şehrin ana merkezini oluşturan 2x2 km’lik dörtgenin, yani aslında eski şehrin duvarları içerisinde; önemli tapınaklardan biri olan Wat Pra Singh’e 600 metre mesafede bir aile pansiyonunda kaldım. Hem merkezi ve temizdi, hem de işletenler çok yardımseverlerdi.

Hazır motosiklet kullanmayı da öğrenmişim, bir tane de burada kiralayayım dedim pansiyona, ama maalesef oradaki iki motosiklet de müsait değildi. Onun yerine, misafirlerine ücretsiz olan pembe sepetli pespembe bir bisikleti verdiler ve onunla şehir merkezindeki her yere ulaşabildim. Biraz Mary Poppins bir görüntü sergilediysem de ne önemi var.

Chiang Mai’da hafta içi her akşam kurulan sabit bir gece pazarı (Night Market) var. Gündüz sıcağında alışveriş yapmanın akla yatkın bir yanı olmadığı için, tüm bu pazar işleri geceye kalıyor. Envai çeşit takı, aksesuar, tekstil ve dekorasyon ürününün yanında, hem Tayland hem de diğer dünya ülkelerinden yemeklerin olduğu standlar var. Fakat hafta içi kurulan pazardan daha cazip olan cumartesi pazarı ve hatta esasen Pazar kurulan gece pazarı. Her biri dörtgenin ayrı bir köşesinde kuruluyor ve hemen hemen herkes de o gün oraya akın ediyor. Özellikle hafta sonu pazarları adeta birer panayır yeri oluyor. Pazar girişinde çektiğim bir videoya buradan ulaşabilirsiniz.

Çok fazla tapınak var ve hepsini gezmeye kalkışmanın, koyu bir Budhist olmadıkça pek anlamı yok doğrusu. Zaten yolda yürürken her iki adımda bir karşına yeni bir tanesi çıkıyor. Sadece merkezde, yani dörtgenin içinde bile onlarcası var.


Wat Pra Signh içerisindeki Chedi

Ben önce, hemen yakınımdaki Wat Pra Singh ile başladım. Kısa vaktiniz var ve tepelere çıkamayacaksanız, şehir içerisindeki en kayda değer tapınak bu. İlk bakışta diğerlerinden çok farklı gözükmeyebiliyor ama aslında 14üncü yüzyıldan kalma ve 1935 yılında da krallık tapınakları arasına alınmış. Tapınağın dua için kullanılan ana binasının arkasında, içinde zamanının Chiang Mai kralının küllerinin bulunduğu chedi adı verilen altın kaplama dev yapı bulunuyor. Chedi bir çeşit anıt mezar yani kısacası. Gerçi küllerin halen orda olup olmadığı veya olanın kimlerin külü olduğu biraz tartışmalı sanırım ama beni işin o kısmından ziyade o altın rengi yapıyı görmek ilgilendirdi, gerçekten çok çarpıcı. Şansıma, gittiğimde Budist rahiplerin ayini vardı ve kısacık video çekme imkanım oldu, merak ederseniz buradan izleyebilirsiniz. Enteresan bir çok seslilikleri var


Wat Chedi Luang

Sonra hazır yolum üzerindeyken Wat Chedi Luang’ı gördüm. Yine 14üncü yüzyılda başlanmış ama daha uzun bir yapım süreci geçirip inşaası 16ıncı yüzyıla kadar devam etmiş. Antik Chiang Mai’ın en büyük boyuttaki yapısı olduğu düşünülen bir chedi’ye sahip. Depremlerden zarar görmüş, renove edilmiş, renovasyonun iyi yapılmadığı tartışmaları çıkmış, vs. Sonuçta bugün bulunduğu haliyle eski döneminin görkemini yansıtan bir görüntüde.

Son olarak, ertesi gün Wat Phra That Doi Suthep’e gittim. İşte bu olağanüstüydü. Günlük güneşlik bir günde de gitsem aynısını hisseder miydim bilmiyorum, ama ben yağmurlu bir havada gittim ve bayıldım.


Wat Phra That Doi Suthep

Burası, kuzey Tayland’ın en kutsal kabul edilen tapınaklarından biri ve sebebini anlamak da hiç zor değil. Tapınak bir dağın tepesine konuşlanmış durumda. Yukarıya 306 basamakla çıkılıyor ve aslında bu sırada insanlar dua ediyor (tabi bugün turistik olarak da kullanılırken, bir füniküler eklenmiş durumda). Yukarıda, gerçekten güzel bir tapınak ve ortasında yine olmazsa olmaz bir chedi ile karşılaşılıyor. Tapınağın bahçesinde bir de teras var ve işte esas inanılmaz görüntülerle burada karşılaştım. Bir defa Chiang Mai’ın tamamına hakim bir görüş var. Ben oraya vardığımda, şiddetli yağmur başlamasına 10-15 dakika kadar vardı. Önce, büyük bir hızla etrafı sis kaplamaya başladı. ağaçların arasına falan girişini an be an gördüm ve bir kısmını videoya aldım. Lost’taki black smoke’dan en ufak bir farkı yoktu diyebilirim. Belki bir tek o sinir bozucu ses eksikti. Sonra tam da terasa geldiğim anda, bu defa koyu gri bulutlar, resmen yanımızdan geçerek şehri kaplamaya başladı. Adım adım güneşin yansımalarının kayboluşunu ve havanın kararmasını yaşadım ve sonra Chiang Mai üzerine yağmur yağmaya başladı. Henüz bulunduğumuz yerde yağmıyordu o sırada, ama karşıdan şehre yağan yağmuru izleyebiliyordum. Kendimi Zeus’un balkonundan dünyaya bakıyormuş gibi hissettim dersem sanırım abartmış olmam. Tek kelimeyle muhteşemdi. Dakikalar sonra, bizim bulunduğumuz yere de bardaktan boşanırcasına yağmaya başladı ve maalesef o enfes görüntüyü bırakıp kaçmak zorunda kaldım çünkü henüz görülecek başka yerler de vardı ve sırılsıklam olup pansiyona dönecek mesafede değildim.


Chiang Mai bir yerleşim olarak içerisinde yürümesi gezmesi çok keyifli bir yer. Kasabadan büyük, şehirden küçük. Her şey elinin altında, zevkli cafeler, canlı müzik yapılan barlar ve genel insan profiliyle "yaşanır burada" dedirtiyor. Zaten çok insana da dedirtmiş. Biraz daha kuzeydeki Pai ve Chiag Mai gezginler arasında dünya çapında yüksek popülariteye sahip yerler. Şehrin güzelliğinin yanısıra, yapılabilecek çok aktivite de var. Mesela biraz daha zamanım olsa Thai yemekleri kursu veya masaj kursu alabilirdim. Ama bunları sonraki ziyaretime erteledim ve daha kısa sürede görebileceklerimi gördüm.


Wat Phra That Doi Suthep'i görmeden önceki durağım Tiger Kingdom'dı. Gittikten sonra Instagram’da da yazmıştım, gördüğüm ve sonra okuduklarım birleşince, normalde aslında gitmezdim herhalde. Burada, gencinden dev boyutta olanına kadar kaplanlar var ve bakıcıları denetiminde bulundukları yere girip sevme imkanı veriliyor. Yeri işletenler, kaplanların uyuşturulmadıkları iddiasında. Onların söylemine göre, kaplanlar da birer kedi ve aktif oldukları sabah saatleri dışında bir kedi gibi 20 saat uyuyorlar. İçeri girince, arkadan aniden yaklaşmamak gerektiği, nerelerine dokunup nerelerine dokunulmaması gerektiği gibi bilgiler veriliyor. Ben bir an dokunmak dışında çok da yaklaşmaya cesaret edemedim kendilerine. Tiger Kingdom'ı eleştirenlerse, kaplanların bu şekilde durmalarına imkan olmadığını ve mutlaka sedatiflerle uyuşturulduklarını iddia ediyor ve karşı kampanya yürütüyor. Gerçek hangisi bilmiyorum ama her şekilde biz sevelim diye bu hayvanların kafeste tutulması çok kabul edilesi bir şey değil. Ben de giderken daha özgür ortamda bir şeyler göreceğim düşüncesiyle gitmiştim. Şartları kötü gözükmemekle birlikte bulundukları yerlerin genişçe de olsa birer kafes olduğu bir gerçek.

Ertesi gün için bir trekking gezisine kaydoldum. Aslında bir gün daha fazla zamanım olsaydı ve keşke 2 günlük geziye katılsaydım diyorum. Giderseniz ve vaktiniz olursa, mutlaka bunu yapın. Şimdi anlatacağım trekking turu iki gün olduğunda, gece yerel bir tepe kabilesi köyünde geçiriliyor. Bunu yaşamayı isterdim.

Benim katıldığım turda önce bir orkide ve kelebek çiftliğine ziyaret yaptık. Açıkçası bu bölüm için kullanabileceğim en iyi betimleme “tırt” olur. Bir kelebeğin, bizim gruptan bir kızın çantasının kenarına saklanıp, tekrar yola koyulduğumuzda özgürlüğünü ilan edip uçması dışında, kayda değer bir ziyaret değildi. Ardından ormanlık alana geldik ve biraz yürüdükten sonra, bizi yolun devamında götürecek olan fillerle buluştuk.


Önce birer torba muz ve bambu aldık, sonra da fillere bindik. Ben tek başıma, çift olarak gelmiş olanlar iki kişi bir file binip yol almaya başladık. Hayatımda yaşadığım en tatlı iletişimlerden biriydi. Yol boyunca, fil hortumunu arkaya uzatıp bir şeyler istiyor. Bazen muz, bazen bambu, bazen de, yanındaki torbada sınırlı sayıda meyve olduğu için, hiç bir şey vermeyerek yola devam ediyorsun. Vermediğini anlayınca “pofff” yapıp hortumunu aşağı indirip iki yana sallıyor, 5 dakika sonra hiç bir şey olmamış gibi aynı neşeyle yeniden istiyor. İki torba almadığım için üzüldüm doğrusu. Gerçi filler yol boyu yerdeki çalı çırpıyı da yemeğe devam ediyor ama isteğini karşılayamadığım poff anlarında bayağı bir içim gitti doğrusu. Fillerle belli bir mesafeyi ilerledikten sonra, fillerden inip bir nehire ulaştık. Nehri, çelik bir tel üzerine takılmış bir kafes içerisinde kayarak geçtikten sonra trekking’e devam ettik.

Bir süre sonra, nehrin rafting yapılan bölümüne ulaştık. Benim ilk deneyimimdi ve biraz endişeliydim doğrusu. Her ne kadar üzerimizde can yelekleri varsa da su, dünyanın en sakin suyu değildi ve dahası tamamen çamurdu. Bizimle botta olan görevli de sağolsun arada eğlencenin dozunu artırmak için diğer botlara sataşıp, akış hızının yüksek olduğu yerlerden geçmemizi sağladığı için iliklerimize kadar çamurlandık. Ama sonuçta gerçekten çok zevk aldım!


Rafting sonrası, önce bir duş alıp, kuru kıyafetlere geçip, sonra öğle yemeği için muz yapraklarına sarılı kumanyalarımızı aldık. Kürdanlarla kapatılmış yaprakların içerisinde birer porsiyon Pad Thai vardı ve çok lezzetliydi -ya da biz çok acıkmıştık. Yanında su ve taze kesilmiş ananasla beraber yemeklerimizi yedikten sonra yeniden yola koyulup bir şelaleye gittik. Bence şelale de biraz hayal kırıklığıydı. Özellikle daha sonra Bali’de gördüğüm şelaleyi düşününce… Fakat orada da bir kelebek benimle arkadaşlık kurmak konusunda ısrarcıydı. Geldi, önce çantama sonra omzuma kuruldu. Hareket etmeme, kendisine yaklaşmama rağmen, biz oradan ayrılıncaya kadar gitmedi. Böylece hayatımda ilk kez bir kelebek öpmüş oldum. Çok saçma ama oldu bu:)

Son olarak aslında programda bir de sal ile nehir gezintisi vardı. Fakat bir gün önce yağan şiddetli yağmur nedeniyle nehrin debisi çok arttığı için bundan vazgeçildi ve yürüyüşümüzü biraz erken bitirmek durumunda kaldık. Genel olarak değerlendirirsem hem aktif hem de çok keyifli bir aktiviteydi, keşke daha uzun olsaydı.

Son günümde biraz daha şehirde gezdim ve yine bisiklete atlayıp 4 km ötedeki tren garına gidip Bangkok’a tren biletimi aldım. Bu çok merak ettiğim bir deneyim olduğu ve genel olarak trenleri zaten çok sevdiğim için bu yolu tercih ettim. Yoksa aslında uçmak da hemen hemen aynı fiyata gelecekti. Aksi gibi, yine bisikletle geriye dönerken ters yöne ilerlemeye başlamışım! Bunu farkettiğimde 6 km yol almıştım. Kısacası git gel 8 km diye başladığım yol oldu bana 20 km. Pedal çevirmekten ağrıyan bacaklar için olabilecek en iyi çözümün masaj olduğuna karar verip, kendime yeni bir masaj bahanesi daha yaratmış oldum. Bu arada yeri gelmişken söyleyeyim, Chiang Mai’da masaj için eski kadın mahkumların masaj salonları en iyi tercih. Bir tane ana salon var, o hep yoğun oluyor ama şehrin bir kaç noktasında ona bağlı şubeler var. Hem ucuz, hem iyiler. Lüks bir yerde şımarmak isteyenler için ise Fahtara Spa güzel bir seçenek. Çıkınca yanındaki Fahtara Cafe’de birşeyler atıştırmak da mümkün hatta. Ama ben yine de diğer yere gider, paramı cebimde tutardım.

Trenim akşam saat 5’te kalkacaktı ve sabah 6:15’te Bangkok’a varacaktı. Bir tuktuk ayarlayarak pansiyondan eşyalarımı yükledim ve gara ulaştım. Vagon herhalde istisnasız sadece yabancılarla doluydu. Bu tren aslında bizim kuşetli vagonlar gibi. Bizimkiler genelde 4 kişilik odalar şeklinde düzenlenmiştir, bunda ise tüm vagonu tek bir kuşetli oda olarak tasarlamışlar.

Tren hareket ettikten sonra, isteyenlerin yemek siparişleri alınmaya başlandı. Saat 7 gibi bir kaç kaptan oluşan yemekler servis edildi. Onların bitmesinin ardından da saat 9 gibi görevliler gelip oturduğumuz koltukları yatak haline çevirmeye ve üzerine tertemiz, poşetinden çıkmış nevresimleri geçirmeye başladılar. Saat 10da vagona baktığımda yürüyen bir hostel odası gibi gözüküyordu. Saat 11-12’ye doğru, herkes yavaş yavaş sohbetini sonlandırdı ve yataklarına yattı. Biz uyurken tren Bangkok’a doğru yol aldı. Sabah gözümüzü açtığımızda Bangkok’a yaklaşmıştık ve görevliler yatakları kapatmaya başlamıştı bile.


Buradan sonrasını aslında önceki yazılarımda anlatmıştım. Maceram 1 gün daha Bangkok’ta kalıp oradan Bali’ye geçerek, ardından da yeniden Bangkok’a dönüp bir kaç günü daha arkadaşlarımla geçirerek devam etti ve orada noktalandı. Artık Türkiye’ye dönme vakti gelmişti.

Bu turun sonuna geldiğim doğru ama seyahatlerimin sonuna gelmedim. Hatta bence aslında yeni başlıyorum. Eskiden de farklı ülkeleri gezmeyi seven ve seyahat eden biriydim ama artık bu biraz daha boyut değiştirdi ve sürekli yapmayı istediğim bir hal aldı. Onun için bunu da bir son yazı olarak görmüyorum.

Dünyanın bir başka köşesinden veya Türkiye içerisinden anlatacak başka şeylerim olduğunda görüşmek üzere.

Sawatdee ka

128 views0 comments

Recent Posts

See All
bottom of page