top of page
  • Writer's picturenkutluk

Aaah Kaliforniya!



San Diego yolu üzerinde gün batımı

Az önce New Orleans’a indim. Gecenin karanlığında daha hiç bir şey görmemiş olmama rağmen, şehrin bana verdiği his ve havaalanından başlayan jazz müzik, eğer geçtiğimiz bir haftayı taze taze anlatmazsam unutabilirmişim gibi hissettirdi.

Tabi henüz tecrübesizim. Muhtemelen gittiğim, göreceğim her yeni yerde -ki bugünden itibaren gideceğim her yere hayatımda ilk defa adım atıyor olacağım- benzer hisler içerisinde olacağım. Onun için bir an önce, bir önceki durağı anlatmakta fayda var.

Dünya seyahatine çıkanlar genelde ya Asya’dan başlayıp doğu yönünde hareket ediyorlar, ya Güney Amerika’dan başlıyorlar (bunu ben de istemiştim daha önce anlattığım gibi), ya da en kötü daha egzotik yerleri seçiyorlar. Her ne kadar benim Nil Nehri maceram belki “egzotik” tanımı içerisinde kabul edilebilir olsa da, sonraki Amerika durağı, konuştuğum çoğu kişi tarafından biraz tuhaf karşılandı. Ama sanırım özellikle Instagram gönderilerimden seçimlerimin sebepleri biraz anlaşılmaya başlanmıştır.


Beverly Hills Hotel

Los Angeles’a ilk defa bundan 6 ay önce (6 ay sonrasında böyle büyük bir seyahate kalkışacağımdan habersiz), işyerinden arkadaşlarımla gelmiştim. Bir kaç şehri birden gezecek bir planlama yapmıştık ve hazırlığımız sırasında bir sürü kişiden “Los Angeles’a gitmeye hiç gerek yok”lar ve “Las Vegas’ta 2 gün size yetmeyecekler” duymuştuk. Bana hiç de öyle değilmiş gibi geliyordu ama vardır bir bildikleri diye düşünüyordum. Yine de ortak kararımız Los Angeles’ı görmek yönünde olmuştu. Herhalde tüm seyahat boyunca daha fazla kalmadığımıza net olarak pişman olduğumuz şehirlerden biri LA olmuştur. Las Vegas’ta 2 günün gayet yeterli olduğunu ise bilmem söylememe gerek var mı…

Festival diyince “NEE FESTİVAL Mİ?” diye coşan biriyim. Özellikle müzik festivalleri ama genel olarak aslında tüm festivalleri ve “festive” halleri çok severim. Dünyanın en büyüklerinden Coachella, tarih olarak tam da da planladığım seyahate denk geliyordu. Bunu görmezden gelebilir miydim? Tabi ki hayır. Böylece geçen seferden içimde kalan şehri bir defa daha görme imkanı da doğdu. Bir de bir saat mesafedeki Irvine’da Serdar Amca, Lale Abla ve Deniz’in yanında kalmak söz konusu olunca sadece Los Angeles ile sınırlı kalmayıp, daha geniş çevreyi, kendim gitsem asla göremeyeceğim güzellikleri de görmek mümkün oldu.

DELİLER ŞEHRİ

Los Angeles’a melekler şehri derler ok ama bence bir o kadar da deliler şehri. “Çılgın” anlamında değil, düz deli. Hani tamam 21. yüzyılda hayat çok zor hangimiz delirmenin eşiğinde değiliz ki o ayrı. Ama yine de burada gördüklerim bugüne kadar herhangi bir şehirde gördüğümden hissedilir derecede fazla, ortalamaya vursam günde 3,5 taneye rahat denk gelir. Belki New York’tan bile fazla. İnsan arkasında yatan sebebi merak ediyor. Ha bu arada çılgın anlamındaki kullanımıyla da yüzlerce insana rastlamak mümkün elbet.

Bir delilik de toplu taşıma sistemiyle ilgili. Baştan pek de adam gibi bir toplu taşıma sistemi yok diye düşünüyordum. Sonra farkettim ki aslında var. Özellikle şehri ziyaret amacıyla gelen insanı istediği her yere götürecek metro ve ayrıca yine metro denen ama aslında otobüs olan taşıma araçları mevcut.

Sistemin işleyişi, otobüsün ne zaman geleceği, raylı sisteme nerde bağlandığı konularında ise; ne duraklarda, ne insanlarda (info deskler dahil), ne de online kaynaklarda, kabul edilebilir ölçüde (kolay demiyorum bakın, kabul edilebilir) bir bilgi yok. Ana tren istasyonundan Santa Monica’ya tek bir metroya binip, arkasından da muhtemelen 10 dakika sürecek bir yolculukla gidebilecekken, beni 2 saat süren, donarak buz kestiğim ve hiç de keyif vermeyen yerlerden geçen bir otobüse yönlendirdiler mesela. Geçtim metroyu, dönüş yolunda Santa Monica’dan bindiğim bir başka otobüs hem çok daha kısa sürede hem de daha keyifli bir yoldan ulaştırdı beni. Ama diyorum ya bu konuda app’ler bile yetersiz kalıyor ve saçma sapan aktarmalar yaptırtıyor.

Zaten mesafeler çok uzun. Sadece çevre şehirlerle değil, Los Angeles’ın içinde de uzun. Herkeste araba ve korkunç bir trafik var. Sözüm ona toplu taşıma özendiriliyor ama kimse oralı değil. Bir benim gibi 'arabanın park parası çok tutuyor, dur ucuza gelsin' diye düşünenler, bir az miktarda yerli halk ve bir de deliler kullanıyor işte o kadar. Onun dışında herkes arabasında.

ZENGİNLER ŞEHRİ


New Port Beach

Dünyanın bir başka köşesinde bu kadar çok zengin insan bir arada aynı şehirde yaşıyor mudur bilmiyorum. Durum bu olunca muhteşem evler, villalar, varlığını bildiğin ama hareket halinde hiç görmediğin model arabalar, çılgın fiyatlı restoranlar; ama bunun yanında ulaşılabilir fiyatlarda da olan dünyanın bir çok en iyisi; ve gelir seviyesinden bağımsız olarak göze hitap eden bir yaşam alanı çıkıyor ortaya.

Ben genelde daha önce görmediğim şehirlerde ilk gün şu otobüsle yapılan şehir turlarına binmeyi severim. Böylece önce ana yerleri tanımış olurum, biraz bilgi alırım, sonra da ilgimi çeken yerleri daha detaylı gezerim. Los Angeles’ta bunun biraz tersini yapıp bu sefer şehrin içerisinde geçirdiğim son günümde bir tur almaya karar verdim, ki o da yarım saatte bir kalkan “Star’s Home” oldu.

Geçen sefer Mulholland Drive’a gitmiş ve gerçekten çok beğenmiştik. Ama Beverly Hills ve Rodeo Drive’ı gezecek vakti bulamamıştık. Bu turda hem oraları görebildim hem de mesela Sting’in 11 milyon USD’a yeni yaptırdığı evi veya Tarantino’nun villasının girişini, ne bileyim Al Pacino’nun sade ama güzel evini falan da görmüş oldum.


Michael Jackson'ın evi

Ama esas Michael Jackson’ın evini ve o malum propofol zehirlenmesi olayının yaşanıp öldüğü gün bulunduğu odanın penceresini görünce etkilendim. Bilenler çocukluğumdam beri ne kadar büyük MJ hayranı olduğumu bilirler. Öldüğü gün ve sonraki günler boyunca ne kadar etkilediysem, o pencereyi görünce ve olayların gelişimini düşününce, tekrar aynı derecede üzüntü duydum. Böyle yeteneklerin böylesine saçma, aslında öngörülebilir, önlenebilir yanlışlar sonucu hayatlarını kaybetmelerini kabul edemiyorum galiba. Aynı şeyi hissettiğim bir kaç (!) zamansız ölüm daha var müzik dünyasında.

Enteresan noktalardan bir tanesi de şu: Elvis ve Lisa Presley’in beraber oturdukları evi gördüm. O dönemde, çarpıcı bir cinayet yaşanmış. Roman Polanski’nin hamile karısı Sharon Tate ve beraberindeki bir kaç kişi, Charles Manson “ailesi” tarafından Beverly Hills’deki evlerinde öldürülmüşler. Bu da Presley’leri güvenlik açısından endişelendirmiş ve buradaki evlerinden taşınmışlar. İşte o ev ve Michael Jackson’ın evi arasındaki mesafe neredeyse bir kol mesafesi genişliğinde. Sonradan MJ ve Lisa Presley’nin (bence anlaşılamaz) evliliğini düşününce, bana enteresan bir tesadüf gibi geldi.


Efsanelerin ilk sahne aldığı yerlerden biri The Roxy

Tur, beni önceki sefer de etkileyen ve her geçisimde de nerdeyse sihirli gelen Sunset Strip'ten geçerek son buldu. Özellikle Whisky-a-go-go ve The Roxy’nin bulunduğu hattan geçerken böyle bayağı rock müzik tarihinin içinden geçiyor gibi hissediyorum. Maalesef bu sefer de gece dışarı çıkacacak zamanım olmadı ama bir sonraki sefer olursa, bu kez mutlaka her ikisine de gidecek bir fırsat yaratacağım.

MELEKLER ŞEHRİ

Melekler şehri adı neye dayanılarak verilmiş bilmiyorum. Ama Los Angeles ve çevresinin doğal güzelliklerine dayanarak verilmiş olma ihtimalini yüksek buluyorum.


San Clemente Pier

Bir defa Pasifik kıyısında olması ve kıyının batıya bakması sebebiyle, her gün ayrı bir yerden, bir öncekinden daha güzel bir gün batımı izlenebiliyor. Görüntüler gerçekten harikulade. İkinci olarak önceki sefer de farkettiğim bulutlar var. Tahminen okyanus kıyısı olmasından, bulutlar daha önce gördüğüm hiç bir şeye benzemiyor, her daim tablo gibiler. Birbirinden değişik renkler, şekiller. Tüm günümü bulutları izleyerek geçirebilirim ve bence hiç sıkılmam. Bunun böyle en azından San Francisco’ya kadar devam etiğini söyleyebilirim.

Sonra mesela San Diego’ya trenle giderken bir yol var ki insanın aklına durgunluk verir. Los Angeles’tan 2.5 saat süren tren yolculuğunun yarısında, tren adeta Okyanus’un içinden gidiyor. Etraftaki tarihin (derken yani bir iki yüzyıllık) korunduğu minik, şirin kasabalar da cabası. Hele bir de dönüş saati gün batımına denk geliyorsa, of of!

Ve tabi son olarak yeşiller ve palmiyeler, harika vadiler, geniş upuzun kıyılar ve incecik kumlar. Sizin cennetiniz neye benziyor bilmem de benimki buna bir hayli yakın doğrusu.


San Juan Capistrano

Sonuç olarak rock müzik tarihi içerisindeki önemi, gittiğim her köşede bir filmden bir sahne bulabilmem, Universal Studios (önceki sefer gitmiştik), isteyene Disneyland, lezzetli tadlar, görsel estetiğin yüksek olduğu bölgeler, ve doğal güzellikleri ile Los Angeles beni çok etkileyen, kalbimin bir kısmını bıraktığım bir şehir oldu. Gitmeye gerek yok diyen olursa inanmayın ve gidin ama Hollywood Bulvarının dışında bir yerleri de görün lütfen. Venice Beach’ten Santa Monica’ya yürüyün; atlayın Amtrak trenine San Juan Capistrano’da inin, güzel bir kahve, bir bardak bira falan için; Mulholland drive’da mutlaka turlayın, Melrose Avenue ve West Beverly Hills’deki kafelerde güzel bir kahvaltı edin ya da sadece kahve için; Grand Central Market’ta öğle yemeği yiyin, araba kiralayın civarı, Orange County’i, Newport Beach’i görün. Sonra da dönünce “bir şey yok LA’de yeaa” demeyin :)

43 views0 comments

Recent Posts

See All
bottom of page