Paris’e kaçıncı defadır geldiğimi hatırlamıyorum açıkçası ama ilk 15 -16 yaşlarımda, burada yaşayan kuzenimize ziyarete geldiğimizde görmüştüm. Daha geçen gün konuşuyorduk, ben o zamanlar, o bir asırdır falan burda yaşıyor gibi hissediyordum, halbuki o dönem daha o geleli de 6 sene olmuş. İnsanın yaşıyla zamanın geçişi arasında orantı kuruyor olması gerçekten enteresan. Şimdi ise bir kaç on senedir burada ve bana bütün yaşananlar henüz dün gibi geliyor.
Tek bildiğim şu ki ben gördüğüm an büyülenmiştim. Daha sonra beraber geldiğim arkadaşlarımdan beğenmeyenler olduğunda da (ve birden çok defa oldu, inanmazsınız) çok şaşırmış ve hatta (neyimeyse) bozulmuştum. Öyle bir sahiplenmek…
Ben en son bir kaç sene önce gelmiştim, küçük kuzenim İrem ise hiç görmemişti. Önce bir hafta arayla olan Depeche Mode ve Guns n’ Roses konserlerine yükselmem; onun kesmemesi ve bunu kara yoluyla döndüğüm bir mini Avrupa seyahatine çevirmem; ve nihayetinde İrem’in de bana katılması sonucu, kendimizi burada ve çok sevdiğimiz Ayşegül ablamızın evinde buluverdik.
Buluverdik derken gerçekten kolay geldik. Tabi Ankara’dan gelen İrem bana çok da katılmayabilir ama ben Careem’in promosyonu sağolsun inanılmaz bir fiyata Zekeriyaköy’den Sabiha Gökçen’e geçtim, ardından hoop uçak, sonra Orly havaalanından hoop Uber Pool, ortalama bir İstanbul içi toplu taşıma macerasından daha konforlu ve kolay şekilde Sevres’de bulduk kendimizi. Uber Pool henüz bizde olmayan (ve taksicilerin isyanına karşılık veren polis olduğu sürece bulmamız da biraz zor olan) bir uygulama ama aslında bir nevi dolmuş gibi işliyor. Bir rezervasyonda maksimum 2 kişi olarak binilebiliyor ve o araç bir veya iki kişiyi daha alabiliyor. Ya da şöför zaten o yöne gidiyorsa -ki bizdeki durum buydu- direk seni alıp geçebiliyor. Fiyat normal bir Uber seyahatinden daha ucuz (bizim durumumuzda 35 yerine 25 Euro). Bence şahane.
Cuma akşama doğru geldik ve zaten genetik olarak müthiş yemek yapan ama şimdi bu uğraşını profesyonel olarak da sürdüren Ayşegül ablanın ziyafeti ile başladık. Akşama doğru diyorum ama çok da emin olamıyorum, çünkü burada bu aylarda hava pek kararmıyor ve ne zaman akşam, ne zaman gece olduğu hesabı biraz kaçabiliyor. Yemekte, çocukları, yani bir alt nesil kuzenlerimiz Togan ve Irene de vardı ki aslen San Francisco’da yaşayan Togan ile aynı anda burada olmamız tamamen şans eseriydi. Şöyle de güzel bir şans; Togan ya jetlag’in ya da evine dönmüş olmanın sevincinin kendisine vermiş olduğu yetkiye dayanarak oldukça enerjik ve harekete geçiriciydi bizim yorgun ilk gecemizde. Onun sayesinde, Irene’i evine bırakma bahanesiyle kendimizi sokaklara atıverdik ve bir “Paris by night” turu attık. Daha başında “gençlerin” gazıyla (hepsiyle aramdaki yaş farkı 10+ ama detaylarına girmeyeceğim), kendimi Eyfel'in merdivenlerini çıkarken buldum aniden. Saat geç olduğundan en üst kat kapalıydı ve ikinci kata kadar çıktık. Açıkçası bakıp da büyütülecek kadar değilmiş. Aradaki asma katı da sayınca toplam 686 basamak ve topu topu çıktığımız da 115 metreymiş, hatta zaten Eyfel'in tamamı da 276 metreymiş. Bin küsür metrelik dağlara çıktıktan sonra, n’olacak -ve ukalalık yapmayacaksam neden gezdim :)
Ertesi gün İrem için Paris’teki ilk gün, benim için ise Depeche Mode konserinin olduğu gündü. Henüz yol yorgunu olunması ve benim akşama konser için Stade de France’a geçecek olmam ve de havanın yağışlı olması sonucu daha hafif, kapalı ortam programlarıyla Grands Magasins, yani La Fayette ve Printemps gibi büyük mağazaların olduğu bölgeden başladık dolaşmaya.
İlk gün itibariyle, en çok dikkatimi çeken, değişen güvenlik seviyesi oldu tabi. Öyle çok ahım şahım hayatı sekteye uğratacak bir durum yok ama sonuçta her mağazaya girerken çanta kontrolü var artık. Biz Türkiye vatandaşlarının normal günlük hayatı gibi aslında ama burada tabi dikkat çekiyor ister istemez. Bir de zaman zaman çeşitli organizasyonların ve kalabalıkların olduğu bölgelerde üçerli beşerli ve bazıları elinde ağır silahlı polislerin geziyor olması. Ben havaalanında zorlanmayı bekliyordum örneğin ama tam tersine, belki de daha rahat girmemiş olabilirim Schengen bölgesine.
ilk gün sonunda İrem muhtemelen “tamam güzel binalar var da, Paris is overrated” demiştir, çünkü insan gerçekten binalara hayran kalsa da, bu gittiğimiz bölge hem çok turistik hem çok alışveriş…Yine de görülmesi şart olan bir yer ve bunlar hep ilerleyen günleri daha çok sevmesi için taktik ;)
Bana gelecek olursak… Ben Depeche Mode’un ilk gittiğim konserinde ne kadar heyecan duyduysam o kadar heyecan doluydum yine konser boyu. Bir kere havanın karar-a-maması müthiş keyifli. DM’in tam yavaştan alacakaranlığa geçerken dozu artırıp adeta onca insanın nabzını tek elle kontrol ediyormuşcasına coşkuyu vermesi ayrı güzel. Seyirci desen zaten belkide en önemlilerinden biri. Ben stadın içindeydim ve benim etrafımdaki herkes salt konser için oradaydı. Bunu böyle yazınca “ya ne olacaktı” diye düşünenler olabilir ama Türkiye’de böyle olmadığını gördüğüm çok konser yaşadım, hem de ne hareketli geçmesi gereken konserler. Herkes katılımcıydı, herkes dans ediyordu, en arka köşede kalan bile. Böyle olunca da bir noktada, stadyum koca bir dans pistine dönüştü. Staddaki tek sıkıntı, diğer bölümleri bilmiyorum ama, saha içindeki standlarda biranın çok erken bir saatte bitmesiydi. Bunun üzerine herkes seyyar biracıları kovalar oldu ve bence olan çok saçmaydı. Belki beklenenin üstünde bir talep oldu bilemedim ama yine de anlaşılmazdı.
Stada girişte toplam üç defa güvenlikten geçiliyor. Biri stad çevresine girerken, sadece çanta ve üst araması, ikincisi stadın içine girerken bilet ve tekrar çanta araması. Bu aşamada su şişelerinin kapakları attırılıyor. Su ve su ile ilgili kısıtlamalar konusunda fanatik fikirlerimi yakınlarım bilir, hatta belki yazmışımdır da daha önce. Onun için suyu attırmamaları oldukça insancıl bir yaklaşım. Şişenin kapağını alınca, şişeyi ne dolu ne de boş fırlatmak zaten mümkün olmuyor sahneye doğru. Yani gerekli güvenlik önlemi de alınmış oluyor. Yoksa bu kadar temel bir içeceği insanın elinden almak da ne? Neyse, son olarak, stadın içine sahaya inerken kısa bir arama oluyor, sonra da bir daha yukarıya çıkılamıyor. Stadda dikkatimi çeken bir güzel uygulama da şu ki, bira sifon olarak satılıyor ama ilk satılırken +2 Euro bardak için alınıyor. Bardak dayanıklı bir Depeche Mode bardağı, böylece alan kişi verdiği 2 Euro için üzülmüyor. Daha fazla bardak almak istiyorsa her seferinde 2 Euro ödüyor. Ama daha fazlasını istemiyorsa, bu sefer aynı bardağa tekrar tekrar doldurtarak sadece bira parası veriyor. Böylece hem stadın içi temiz kalıyor, hem ekstra gereksiz plastik atık yaratılmamış oluyor hem de muhtemelen organizatörler bu işten ayrıca kar ediyor. Açıkçası oldukça dahiyane bulduğum bir fikir. Eleştiriceğim şey ise alkollü içecek olarak yalnızca ve yalnızca bira olması. Yani vodkayı, whisky’yi geçtim, şarap alternatifi bile yok koskoca Fransa’daki bir konserde.
Sonuç olarak genelinde çok iyi bir konserdi. Bazı parçalara konser için yeni klipler hazırlamışlar sanırım, değilse benim cehaletim ama mesela In Your Room kendi orijinal klibinden apayrı bir dans klibi eşliğinde söylendi. Bunun gibi bir kaç tane daha vardı. Dave derseniz, vallaha o bıraktığı kılkuyruk bıyığa ve yılların üzerinde biraz gözükmeye başlamasına rağmen, yine her zamanki kadar izledikçe doyulamayacak derecede yıldız tozu kaplıydı. Bir kaç şarkıyı Martin L. Gore söyledi ki kendisinin takdir ettiğim bazı yorumları olmasına ve şarkı yazarlığına -haşa- laf edemeyecek olmama rağmen, bir grupta neden esasen bir kişinin “the” kişi olduğunu anlayabildiğimi düşünmeme yetti. Sonra bir kaç örnekle daha kendi içimden, kendi kendimi doğruladım. Artık yıldız mı alkıştan, alkış mı yıldızdan orasını bilemem.
İkinci gün Pazar günü, öncelikle seyahatin geri kalanında da kullanabileceğimiz bir simkart almak için kendimizi Champs Elysees’e attık. Bu arada şansımıza, biz gelmeden 15 gün kadar önce, Avrupa ülkeleri arasında roaming uygulaması sona erdi. Yani artık Fransa’dan alınan bir simkart tamamen aynı şartlarla Almanya’da da, İspanya’da da Çek Cumhuriyeti’nde de kullanılıyor.
Champs Elysee’ye geldiğimizde bir tür karnavalla karşılaştık. Tam olarak nedir anlayamadık ama sanırım dans okulları geçidi gibi bir şeydi ve izlemesi oldukça renkliydi. Buradan sonra, önce Pompidou Center çevresine gidip bir takım turistik saç ördürmeler, portre yaptırmalar gibi aktivitler sonrası; Marais, Place des Vosges ve Quartier Juif (Rue des Rossiers) gibi, Paris’in bence en harika bölgelerinde salına salına günü geçirdik. Bu arada Yahudi mahallesinde, benim en son çok seneler önce yediğim ve yine Ayşegül Abla’nın tanıştırmış olduğu fallafelciden birer fallafel yedik. Bir daha başka bir yerde yiyebileceğimi sanmıyorum. Tam bir lezzet patlaması.
Ertesi gün, İrem’i Uniqlo ile tanıştırdım. Biraz burun kıvırarak girdiği dükkandan (ki ben de aynı tepkiyi vermiştim en başta) zor çıkardım. Tabi sadece onu değil kendimi de. Ardından hayatımdaki love-markların en üst sıralarında olan (ki bu bir elektronik markasını sevmekten daha çok anlaşılır belki de) Belçikalı Pierre Marcolini’nin Paris’teki dükkanına birer küçük çikolata yemek için uğradık. Ağzımızdaki o güzel lezzetle vurduk kendimizi Montmartre ve Sacre Coeur’e. Sacre Coeur’ün sadece 125 yıllık bir geçmişi olması İrem için biraz düş kırıklığı oldu. 1800’den sonra yapılmış herhangi bir şey kendisine yeni geliyor son bir iki gündür. Ama yine de kiliseyi sevdi. İçine girdik, mumlarımızı yaktık ve tabi ki ikişer Euro falan ödemedik mumlara. Kendi mumumuzu yakmakta zorlanmamızın, onu yakarken yanlışlıkla diğer mumları söndürmemizin bu açıdan ilahi bir anlamı var mıydı emin değilim!
Montmartre, çok tipik bir Paris görüntüsü vermesinin yanında, bir çok bilindik bölge gibi çok turistik tabi yine. Ama bence buranın en güzel yanı çevresindeki irili ufaklı tasarım ve sanat ağırlıklı dükkanlar. Her birinde saatler geçirmek, fikirlere hayran kalmak, gözünü şenlendirmek mümkün.
Bir sonraki gün olan Salı gününü ise Saint Germain des Pres bölgesinde gezinmeye ayırdık. Les Deux Magots’da oturup kahvemizi içtik. Sokalarında salındık, Pont des Arts’dan geçtik oradan Louvre’un bahçesinde dolandık, sonra tekrar geri dönüp, Gözde’nin tavsiyesi ile Chez le Libanais’den dürüm yedik, bir yerde oturup bira içtik.
Sonra da dedik ki Les Invalides’e gidelim, oralarda bir çimenliğe kendimizi atalım, demez olaydık. Sadece 2 kilometre gitmek için onlarca saçma otobüs, metro, RER değiştirip, yanlış yönlere binip o kadar saçma yerlere gittik ki… en son tam doğru noktaya geldik, son metroyu değiştirip 3 durak sonra inip hedefe ulaşacağız -ki aradan 1,5 saat geçmiş- bu defa İrem binemeden kapılar kapandı. Ben inmesi gereken yeri mesaj attım, o mesajı görmeyip bir sonraki durakta inmiş, telefonu çekmiyor diye yukarı çıkmış, vs. derken konu o kadar çok karıştı ki, herhalde dedim eğer gidebilseydik birimize bir şey olacaktı ve demek ki gitmememiz gerekiyormuş! Ve gerçekten sonunda vazgeçerek eve döndük… eve bile zor döndük. Tam olarak söylemek gerekirse, günün son 2 saati Mr. Bean filmlerini aratmayacak aksilikler ve komedi unsurlarıyla doluydu.
Bununla berber, bugün yeniden deneyeceğiz, bakalım başımıza neler gelecek. Macera devam ediyor, bizi izlemeye devam edin!