Önceki yazıda, Prag’dan Budapeşte’ye Flixbus ile geçtiğimizden bahsetmiştim. Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim, Avrupa şehirleri arasında bu ve benzeri bir kaç otobüs şirketleriyle seyahat etmek hem yeterince konforlu hem de gerçekten çok ucuz. Fiyatlar Bizim yurtiçi otobüs fiyatlarından farksız. Bizden farklı olarak, belirli yeri yok kimsenin, dolayısıyla otobüse bindiğinde nereyi buluyorsan oraya oturuyorsun.
Şansımıza, otobüs geldiğinde oldukça dolu olmasına rağmen, alt katta 4lü, birbirine dönük ve ortasında bir masa bulunan koltuklardan ikisi boştu. Biz de oraya oturduk. Gensel faktörlerle bacak boyu sorunumuz olduğundan, masanın altında biraz düğüm olduk İrem’le ama en azından ara sıra kafamızı masaya koyarak uyku pozisyonu değiştirme imkanımız oldu. Yanımızda ise yaklaşık olarak 70 ve 90 yaşında iki kadın oturuyordu. Nasıl bir enerjileri vardı bilmiyorum ama gece boyunca neredeyse hiç uyumadılar ve sürekli konuştular. Neyse ki kulaklık ve müzik diye bir şey var ki bizim biraz olsun uyumamız mümkün oldu. Belki onlar da bize sinir olmuşlardır uyuyabildik diye.
Tabi uyuduk dediğime bakmamak gerek, otobüste ne kadar olabilirse… Sabahın köründe Budapeşte’ye vardığımızda gözlerimizi zor açıyorduk. Neyse ki, hostelimiz mükemmel bir konumdaydı ve elimizdeki bavulları fazla taşımak gerekmedi. Metro durağına tam 80 metre mesafedeydi ve şehrin de neredeyse orta yerinde sayılırdı. Yalnız konumunun yanında, gittiğimiz onca yer arasında en sevimsiz çalışanlara sahipti demek yanlış olmaz. Hepsi birbirinden suratsızdı. Neyse bize ne onların suratından deyip bavulları koyduk ve saat çok erken olduğundan, odaya yerleşemeden çıktık oradan.
Diğer yerlerin aksine, Budapeşte benim de ilk kez gidiyor olduğum bir şehirdi. Normalde bu tür seyahatlerde, bir önceki şehirde, bir sonraki şehire çalışırım biraz biraz. En azından başlangıç noktamı bulur, sonra rüzgar nereye götürüyorsa oraya giderim. Fakat önceki bacaklar biraz maceralı geçince, buna fazla vakit olmadı. Böylece, yağmurlu bir cumartesi sabahının saat 7:30unda yorgun ve aç şekilde kaldık dımdızlak. Foursquare aracılığıyla bir kaç yer baktık, fakat onlar da kapalıydı. Derken Amber’s French Bakery adında bir Fransız pastanesi bulduk ve gerçekten sevindik. Kahve var mı? Var. Croissant var mı? Var. Hatta sandviçler var… Daha da ne isteriz zaten. Tatminkar bir kahvaltı edebildik, telefonlarımızı şarj ettik ve biraz dinlendik.
Ardından, tamamen şansımıza kendimizi Central Market içerisinde bulduk. Kapalı alan olan bu Pazar 1800’lerin sonunda, Obuda, Buda ve Pest şehirlerinin birleşip Budapeşte halini alması sonrası, şehir halkının artan alışveriş ihtiyaçlarını karşılamak için, modern bir pazar yeri olarak kurulmuş. Halen de yiyecekten giyeceğe, yemek standlarından hediyelik eşyaya bir çok şeyin bulunabildiği 3 katlı bir alan olarak hizmet veriyor. Bir taraftan binanın içi de dışı da dönemini çok güzel yansıttığından, gezerken göze de hitap ediyor. Biraz Floransa’daki kapalı marketi andırıyor ama biraz daha büyük ve daha fazla çeşitlilik var, gözlerim beni yanıltmadıysa. Bu arada, markette dikkat edilmesi gereken bir konu var ki o da fiyatlar. Bir malın Forint ve Euro karşılıkları birbirini tutmuyor. Öyle az buz minik kur farkı değil bahsettiğim. Bariz tutmuyor. Bunu sorduğum bir satıcı ise gayet ters bir tavırla “siz de Forint ile alışveriş yapın o zaman” dedi. Kısacası bilinçli olarak yapılan bir uygulama bu, aklınızda bulunsun.
Central Market aslında metroyu ararken karşımıza çıkmıştı. Amaç, tren garına gitmek ve benim baştan yaptığım plana uygun olarak Budapeşte’den Bükreş’e oradan da İstanbul’a trenle gitmemi sağlayacak biletlerin durumunu sormaktı. İrem Budapeşte’den sonra direk Ankara’ya dönmek üzere plan yapmıştı ama ben Budapeşte sonrasına karar verememiştim henüz. Nitekim tren garına gittiğimde de bilgi aldım ama yine karar veremedim ne yapacağıma.
Budapeşte bana ilk andan itibaren, sanki gördüğüm bir çok yerin kombinasyonuymuş gibi geldi. Paris’e, Amsterdam’a da benzetiyorum, ama bir yer çıkıyor karşıma Talimhane’ye benzetiyorum mesela.
Daha önceki yazılarımda da bahsetmiştim, bilmediğim şehirlerde, özellikle de rahat rahat keşfedecek vaktim yoksa, şu şehir turu otobüslerine binmeyi tercih ediyorum her zaman. Burada da aynısını yaptık. Böylece şehri baştan sona kısaca bir tanıma fırsatı bulduk. Bu arada şöyle bilgiler de edindik mesela;
Budapeşte’nin Tuna nehri üzerinde bulunan tüm köprüleri II. Dünya Savaşı sırasında bombalanmış ve yıkılmış. Tamamı savaş sonrasında yeniden inşa edilmiş.
Dünyanın en büyük ikinci sinagogu burada bulunuyormuş. Sinagog boyutları konusunda özel bir uzmanlığım olduğu söylenemez ama, bir ibadethane için oldukça büyüktü gerçekten.
Aynı zamanda dünyanın üçüncü en büyük parlemento binası da yine burada bulunuyor. Binanın kendisinin güzelliği bir yana, aydınlatmasıyla birlikte Tuna nehri üzerine yansıması gerçekten görülmeye değer.
Kitap okuma oranı, Avrupa Birliği ortalamasından %50 fazlaymış! Yani oldukça entellektüel bir şehirden bahsediyoruz.
Budapeşte’nin sanki içerisinden nehir geçen değil de, denize kıyısı olan bir şehirmiş hissi var gibi geldi ilk günün sonunda. Bu nasıl bir ayrım, ben de tam olarak bilmiyorum ama sanki daha deniz kıyısı atmosferi rahatlığı var gibi.
Aslında şehirde yapacak çok şey var. Hiç bir şey olmasa bir tam günü o meşhur banyolara ayırmak gerekirdi. Ama bizim maalesef kısıtlı zamanımız vardı ve böyle bir program yapamadık. Bunu bir sonraki sefere listemin en üstüne koyuyorum.
Şehir turu sonrası, hala henüz biraz halsiz olan İrem'i yine aynı tur otobüsüyle hostele yollayıp ben Buda Kalesine tırmandım. Bir füniküler de vardı ama yürüyerek çıkmak daha cazip geldi. Yukarıdan manzara gerçekten görmeye değerdi. Bu postun açılış resmi de o manzaranın sadece küçük bir bölümü zaten.
Biraz ayrı ayrı zaman geçirdikten sonra, günü Tuna nehri turuyla bitirelim istedik. Günün son teknesine yetişebildiğimiz için, marketler kapanmadan kendimize bir Prosecco alıp nehir üzerinde keyif yapalım diye ordan oraya koşturarak soğuk Prosecco, biraz çerez ve plastik kadeh aradık. Birkaç market ve 1-2 km yol yaptıktan sonra tekneye vaktinde yetişebildik. İçeriye bu şekilde yiyecek-içecek sokulmuyormuş aslında ama yalnız olmadığımızı da söyleyebilirim.
Fakat tekne turu çok keyifli olmasına rağmen, suyun üzerine çıkınca hava aniden müthiş soğudu. 1-1,5 saat boyunca şehrin ışıklarına mı bakalım, hoparlörden yapılan anlatımın havada dağılan sesini mi yakalayalım, dişlerimizin titremesini mi tutalım derken, bizim Prosecco keyfi pek bir şeye benzemedi tabi. Sonunda zatürre olmadan inmeyi başardık ve günün son metrosuyla kendimizi hostele attık.
Topu topu iki günümüz olduğu için, ikinci gün yönlere de biraz hakim olduktan sonra, ayaklarımız bizi nereye götürüyorsa o tarafa doğru yol aldık. Çok da iyi ettik, çünkü bilmediğin bir şehrin sokaklarında kaybola kaybola dolaşmak gibisi yok.
Sokaklarda ilerlerken güzel bir pasaj ile karşılaştık. Gozsdu Udvar (Gozsdu Avlusu) aslında 1944’ten itibaren Nazi’ler tarafından bir yahudi gettosu olarak kullanılmış. O dönemde Yahudiler buradaki 7 binaya taşınmaya zorlanmışlar. Etrafı duvarlarla örülmüş, içeri yemek girişine izin verilmiyormuş, çöpler toplanmıyormuş, ölenlerin çıkarılmasına bile izin yokmuş! Neyse ki bu durum Kasım 1944- Ocak 1945 arası sadece 3 ay sürmüş.
Şimdi ise adeta o kötü günlerin inadına olabildiğince renkli bir yer. Keyifli restoran ve kafelerin yanı sıra mini bir incik boncuk ve tasarım ürünleri pazarına ev sahipliği yapıyor. İkinci gün kahvaltımızı buradaki Yiddishe Mamma Mia’dan yaptık. Hem mükemmel bir omlet yedik hem de servis çok iyiydi. O da yetmedi, akşam yemeğini de yine buradaki bir gastropub’da yedik.
Keşfettiğimiz harika yerlerden biri de Karavan oldu. Burası da bizde olsa hemen otopark yapılmış olacak açık bir tür avlu. İçerisinde bulunan karavanlarda çeşit çeşit sokak yemeği satılıyor. Biz yemek yedikten sonra keşfettiğimiz için sadece bir kaç kadeh şarap içtik ve ortadaki ortak piknik masalarında oturarak ortamın keyfini çıkardık. Buraya gelenler gördüğümüz kadarıyla yoğun olarak Budapeşte’nin uluslararası topluluğunun parçası insanlar ve baskın dil İngilizce. Oldukça dostane ve eğlenceli bir yer.
Ertesi gün seyahati sonlandırma günüydü. Ben de tren koşullarında aradığımı bulamamam sonucu, millerimle bir dönüş bileti alarak, kendimi doğrudan o sırada Kaş’ta olan kardeşimin ve dünya tatlısı yeğenimin yanına atmaya karar verdim. Mini Avrupa turumuz böylece noktalanmış oldu. Bir sonraki durak şimdilik belirsiz, ama devamı mutlaka gelecek… beni izlemeye devam edin :)