top of page
  • Writer's picturenkutluk

Toskana Güneşi Altında



Yakın çevrem bilir, İtalya ile pek bir aşk yaşarım. Bunaldığım zamanlarda kaç defa ilaç olmuştur, özellikle güney İtalya. Bu kadar farklı ülke ve kültür gezdikten sonra hala, paket olarak değerlendirdiğimde, dünyanın en iyisinin İtalya olduğunu düşünüyorum. Tarih desen tarih, kültür desen kültür, deniz desen deniz, doğa desen doğa, lezzet desen lezzet, insan desen insan (devam edeyim mi? ederim çünkü!). Çeşitli sebeplerle bazı dönemlerin farklı yıldız coğrafyaları olabilir hayatımızda ama benim ruhumun nihayetlenmek istediği yer İtalya.

Bir sene kadar önce, annem-babam ve her yaz buluşan -ve bir kısmı yurtdışında yaşayan çocukluk arkadaşları; herkesin çocuklarının ve torunlarının da olacağı bir toplaşma planlamışlar. Yer olarak ise Toskana önerisi gelmiş -ki bence bu şekilde büyük çaplı bir organizasyon için en iyi fikirlerden biri. Bu fikir bir süre askıda kaldıktan sonra ev bulma işinin bir gün aniden bana atanması sonucu konuya start vermiş bulunduk.

Sonuçta, Toscana’nın tam ortasında, nerdeyse gitmek istediğimiz her yere eşit mesafede, içerisinde 300 ağaç bulunan kocaman bir arazide, 9 oda, 8 banyo, 2 havuzlu büyük bir villa tuttuk. Mevcudumuz ise, kaldığımız süre boyunca değişse de, en kalabalık olduğumuz günde 18 yetişkin, 2 tane 4 yaş, 1 tane 14 ay ve 1 tane 2 aylık bile olmayan 4 çocuk; bir tane de henüz eksi yaşında, yolda beklenen bebek olmak üzere; yarımları tama tamamlarsak 20,5 kişi kadardı. Yani evin tüm odalarından faydalandık.

Ekibe Türkiye dışındaki katılımlar Amerika, İngiltere ve İtalya’dandı. Hem dile hem ülkeye hakim biri olarak programı yapma işi Ayşe’ye verildi. Fakat Ayşe bu sırada 4 yaşında bir çocukla ilgilenirken, diğerine hamile ve aynı zamanda taşınmak üzere ev topluyor durumdaydı. Buna ve kalabalık gruptan çıkan onlarca sese rağmen, öğlen yemek yeri önerileri ve akşam yemeği rezervasyonlarına kadar dört dörtlük bir program çıkarmayı başardı.

Ben daha önce 2012’nin sanırım Ekim ayında, çok sevdiğim 6 kişilik bir kız arkadaş grubuyla aynı bölgeye gitmiş ve o sefer Floransa’da, kalmıştım. Yani bu benim ikinci gidişim oldu, onun için arada bazen karşılaştırmalı bilgiler de verebilirim.

Kaldığımız evin bulunduğu Gambasi Terme, San Gimignano’ya 25 dakika, Pisa, Luca, Floransa ve Siena’ya ise birer saat mesafede, konum olarak çok merkezi bir yerdeydi. Uçuşlarımız Bolonya üzerindendi, çünkü Bolonya’ya hem Pegasus hem de THY uçarken, Pisa’ya sadece THY uçtuğundan, fiyatlar tam olarak iki katıydı. Rekabetin faydaları. Geçen sefer de aynı şekilde yapmıştık ama Bolonya’yı gezmeye fırsat kalmamıştı. Bu defa uçaktan inip, oldukça zorlu bir süreçle ve anlaştığımızın iki katı bir fiyata arabaları teslim aldıktan sonra, karnımızı doyuralım bahanesiyle Bolonya’nın içerisine girdik. Araba demişken, bunu daha önce de söylemiş olabilirim ama Gold Car kullanmayın, Thrifty dünyanın her yerinde harika işliyor, onu tercih edin. Bunu derken benim akıllanmıyor olup tekrar tekrar aynı hataya düşmem de ayrı tabi ama bu hakkaten son oldu artık. Gereksiz formaliteler, uzun süren işlemler, 5+ yazıp dört kişinin zor sığdığı arabalar, vs.


Bolonya’ya ulaştığımız saat itibariyle her yer siestada olduğundan, ancak bir iki pastaneden ayak üstü sandviç yiyebildik. Ama bunun yanında minik bir trene benzeyen tur aracıyla şehrin ana merkezini turlamayı başardık. Bolonya, Emilia-Romagna bölgesinin en büyük ve baş şehriymiş. Daha çok ortaçağdan kalma bir mimarisi var. Kemeraltı geçitleriyle ünlü ve bu kemerler toplayınca tam olarak 38 km ediyormuş! Ben bu kemerli geçişlere bakarak Havana’daki mimariye çok benzettim hatta. Bir diğer ünlü yanı üniversitesi, çünkü zamanının celebrity kişilikleri olarak Corpenicus, Thomas Becket, Paracelsus, Dürer, Erasmus, Dante, ve Petrarch buradan mezun olmuş. Bir de tabi midemiz açısından önemi var: tortellini, lazanya ve bolonez soslu -bildiğimizin aksine spagetti değil- tagliatelli, bize bu şehrin kazandırdıklarındanmış. Anlaşılan o ki “Ragù alla Bolognese” yani etin bir tür pişirme şekli olan o domatesli kıymalı sos, Bolonya’da sadece tagliatelli, tortellini veya gnocchi ile sunulurmuş. Ha tagliatelli ha spagetti diyebilirsiniz, itiraz etmem (beni bir daha sınırdan almayacaklar).

Bolonya’yı görmemiz iyi oldu ama uçaktan yeni inmiş bebekli bir aile olarak hemen yollara düşmek zorluyor ve insan aslında bir an önce bir yerlere uzanıp yayılmak istiyor. Daha ev denecek yere varmamıza 2 saat olduğu ve evi bulmaya çalışırken de kaybolacağımızı düşünüldüğünde (ki düşünememiştik), orada çok da vakit geçirmemek gerekiyordu. Sonuçta çeşitli maceralar sonucu, saat 13:00 gibi vardığımız İtalya’da kalacağımız eve ulaşmamız 20:00 sularını buldu -ki şimdi düşününce yine iyi varmışız.

İlk akşam yerleşmeydi vs derken zaten başka bir şey yapacak halimiz kalmadı. Eve pizza söyledik ve tabi hayal kırıklığı yaşadık. Ne kerametse ben yediğim en kötü pizzaların çoğunu İtalya’da yedim zaten. Ama bunun yanında çok güzellerini de.

CERTALDO VE SAN GİMİGNANO

Ertesi gün en yakınımızdaki Certaldo ve San Gimignano ile başladık gezmeye. Certaldo’yu ilk defa gördüm. Şehir Basso (alt şehir ) ve Alto (üst şehir) olarak ikiye ayrılıyor ve Alto’ya füniküler ile çıkılıyor. Zaman zaman burada festivaller de oluyormuş ama her İtalyan şehrinde olduğu kadar güzel mimarisini bir tarafa koyarsak, kaçırırsanız öleceğiniz bir yer değil bana kalırsa.


San Gimignano'daki Ristorante Belsoggiorno

San Gimignano ise, benim geçen sefer de gördüğümde çok etkilendiğim bir yer. Bir tepenin üzerine kurulu olan şehir aynı zamanda ince kuleler şehri olarak biliniyor. En tepede ortada bir meydan var ve şehir zaten bu meydana dört bir taraftan çıkan sokaklardan ibaret. Tepenin etrafı duvarlarla örülü ve içeriye araç girişi yok. Aşağıdaki otoparklara bırakılan arabalardan sonra ya yürümek ya da bir servis aracına binmek gerekiyor. Bu defa gittiğimde beni büyüleyen ise, yemek yediğimiz restoran oldu. Onca deniz manzaralı yemekler yiyoruz şu İstanbul’da, o restoranın üzüm bağlarına bakan geniş camları kadar aklımda kalacak yer çok azdır. Nefesimin kesildiği manzaralardan biri oldu. Yerin adı Ristorante Belsoggiorno ve aynı isimli otelin içerisinde bulunuyor.

Günün geri kalanında bir kısım Volterrra’ya devam etti ve anlattıklarına göre çok beğenmişler. Biz ise eve döndük. Şunu itiraf etmek gerekir ki, 14 aylık ve sınırlarını test etmeyi tam olarak şu anda keşfediyor olan bir çocukla seyahat etmenin, canlı (ve aşırı şirin) bir ahtapotla seyahat etmekten pek farkı yok. Hatta ahtapotun sessiz olduğunu düşünürsek, sadece kolu bacağı bir yere toplamak yeteceği için, daha kolay da olabilir. İkinci gün henüz halen yol yorgunu olduğumuzu düşünürsek eve dönmek gerçekten akıllıca bir fikirdi. Gerçi evde de “obuuuz obuzz” (havuz) şeklinde ifade edilen, bitmek tükenmek bilmeyen bir havuza giriyor gibi yapıp girmeme ve ele geçen her şeyin suyun kaldırma kuvveti karşısındaki gücünü ölçme temalı aktiviteler olmuyor değildi ama olsun, bilim böceği olur belki benim yeğenim.


Gambassi Terme'deki evimiz ve güzel akşam yemeklerimiz

O akşamın yemek organizasyonu evde, şef eşliğinde hazırlanıp sunulan, sonra da kaldırılan, hepimizin rahat ettiği cinsten bir organizasyondu. Gerçi biz tercihlerimizi biraz geç bildirdiğimizden ve festival sezonu olduğundan, beklediğimizin aksine, bir İtalyan şef yerine, İtalyan yemekleri yapan bir Alman şef ile karşılaştık. Baştan beklentilerde bir takım uyuşmazlıklar olduysa da son gün bunları telafi etti diyebiliriz.

Bu seyahatin en güzel zamanları akşam yemeklerinin ortasından gecenin sonlarına doğru giden zaman dilimiydi diyebilirim. Bebekler, çocuklar yattıktan sonra bol sohbetli ve bol şaraplı güzel ortamın keyfini sürdüğümüz masalarımız oldu.

FLORANSA


Duomo Floransa, fotoğraf: Hikmet Oğlakçı

Ertesi gün hedef Floransa’ydı. Sonda söylenecek şeyi başta söyleyeyim, sadece şöyle bir koklayabildik. Şehrin orta yerindeki müthiş etkileyici Duomo, Piazza Della Republica ve Ponte Vecchio’yu sanırım herkes görebildi de, mesela heykellerin olduğu Piazza Della Signoria’yı bir kısım göremedi. Zaten Floransa’nın bir günde görülmesi pek olası bir hayal de değildi. En az 2-3 gün ayırmak lazım bu şehre. Floransa, Toskana’nın başkenti ve yılda 13 milyon turist alıyor. Ayrıca dünyanın 15inci en önemli moda şehri olarak kabul ediliyor. Zaten adım atsan bir high-end markaya çarparken bunu tahmin etmek çok da zor değil. Ben bu yoğunlukta marka ile Paris’te karşılaşmadım desem yeridir. Bolonya’daki Ortaçağ yerine, burada hakim olan Rönesans. Hem mimaride hem heykellerde yoğun şekilde hissediliyor. Hele zaman olsa da İtalya’nın en önemli müzesi kabul edilen Uffizi Galeri’ye girebilseydik daha da hissederdik sanırım. Ben maalesef iki seferde de göremedim ama sırf bunun için bile bir daha gitmeye kararlıyım Floransa’ya. Velhasıl, bu çılgınca tarih, mimari, sanat ve kültür dolu şehre tek başına minimum 3 gün ayırmak, gelmeden önce de Medici ailesinin hikayesini şöyle bir okumak, yerleri de tek tek çalışmak gerek. Toskana’nın geri kalan bölümü bir yana, Floransa diğer yana.

Bir sonraki gün bir şarap üreticisine giderek tadım yaptık, biraz da bağlarını dinledik. Açıkçası kimse tattığı şaraplardan çok fazla memnun kalmadı ve özellikle fiyat/kalite dengesini yerinde bulmadı. Bu bedava bir tadımdı, dolayısıyla ayıp olmasın diye bir kaç şişe almakla yetindik. Burada bir parantez açarak önceki ziyaretime dönmek istiyorum. Floransa’da kalırken, ücretli bir tadım turuna katılmıştık. Bir minibüs bizi bir yerden alıp 3 bağ gezdirmiş, üzümlerin arasında dolaştırmış, şarap yapımının süreçlerini tek tek üretim ortamında anlatmış ve oldukça profesyonel bir tadım yaptırmıştı. Kesinlikle verilen ücrete değer bir servisti. Bir de tadım sonrası araba kullanmak gibi bir dert olmadığı için, tadını çıkara çıkara şarap içmek mümkün olmuştu. Tavsiye ederim, bunlardan bir sürü var ve sadece bir Google ötede.

PİSA, LUCCA VE SİENA


Torre Guinigi'den Lucca'nın bir bölümüne bakış, önceki seferden.

Bir sonraki gün Pisa ve Lucca’ya gittik. Pisa ile ilgili, her iki seferdeki izlenimlerim de tamamen aynı: kuleden başka şehirde görülecek hiç bir şey yok. Yalnız Pisa kulesi de fotoğraflarda gördüğümüzden çok daha heybetli ve enteresan. Yani gitmeye değer mi sorusunun cevabı, evet. Daha güzeli Lucca’ya yakın olması. Yani sabahtan Pisa’ya gidip oraya geçmek mümkün oluyor. Ve Lucca gerçekten çok güzel bir şehir. Bana göre Toskana çevresindeki en güzel yer -tabi ki Floransa’yı ayrı bir köşeye koyarak. Hem çok şık, hem çok içten. Eski şehir bölümü Rönesans dönemine ait duvarlarla çevrili. Dışarıda da şehir devam ediyor ama trafiğin olmadığı iç kısım bir harika. Zaten Lucca bölgesinin de başkenti. Burası aslında denize de çok yakın ama böyle günü birlik gitmişken insanın gözü deniz falan görmüyor. Puccini’nin doğum yeri, Dante’nin de bir süre sürgünde yaşadığı yer -ki beni buraya sürgüne yollasalar, olur. Son olarak, Torre Guinigi diye bir kule var burada ve tepesine çıkılıp şehir seyredilebiliyor. Bu sefer olmadı ama önceki sefer çıkmıştık. Bir dönem Türkiye’de de düzenlenen, Fransız televizyonlarının Fort Boyard diye bir yarışması vardı, belki hatırlayan vardır. Çıkarken bana tam da oradaymışız hissi vermişti. Kulenin tepesinde düşündüğüm ise, bu şehrin Tolkien’ın LOTR üçlemesinin İki Kule kitabının geçtiği yer olduğuydu. Böyle birşey yok tabi herhalde ama bana hissettirdiği buydu.

Ertesi gün kapanış olarak Siena’ya gittik. Ben buraya son gittiğimde akşam oluyordu ve Piazza del Campo’ya ulaştığımızda bizi tabak gibi bir bir dolunay karşılamıştı. Çok etkileyici bir görüntü olduğunu söyleyebilirim. Şehrin ortaçağ kokan eski bölümü için, aşağı doğru iniliyor ve sarmal şeklinde sokaklarda ilerlerken, bütün sokakların çıktığı bir meydana ulaşılıyor.: işte orası Piazza del Campo. Meydanın bir eğimi var, onun için kim gitse, ya oturmak ya yatmak istiyor. Ortada olan biteni izlemek için de bu eğim güzel bir açı yaratıyor. Bu meydan ile şehrin geri kalan bölümünde, halen her yıl iki defa yapılan Palio adında bir at yarışı var ve 1600’lü yıllardan beri düzenleniyormuş! Bundan öncesinde de, yine bu meydan, çeşitli yarışmaların ve boğa güreşlerinin düzenlendiği bir alan olarak kullanılıyormuş.


Son günümüz olan Cuma'yı evin ve çevrenin tadını çıkararak geçirdik. Biraz havuza girdik, biraz yakındaki Montaione’nin pazarını gezip harika seyir terasından aşağıdaki bağlara daldık gittik. Zaten resmi tatildi ve her yer kapalıydı. Akşamında ise güzel bir mangalla final yaptık. Cumartesi sabahı vedalarımızı ederek yine dört bir tarafa dağıldık. Oldukça duygusal bir andı :)

Bizimkiler arkadaşlar ama beraber büyüdükleri için arkadaştan öteler, onun için ben bu buluşmaya hep bir kuzenler buluşması gibi baktım. Nesil nesil insanların bir araya gelerek bu kadar iyi zaman geçirebilmeleri, o kadar güzel bir duyguydu ki. Bir çok kişiyi ilk defa, bazılarını ise yeniden tanıdım. Çocukların bir arada oynamasını -ve Arven’in kendinden 3 yaş büyük çocukların oyunlarına dahil olabilme çabasındaki masumiyeti- izlemek de güzeldi, hayata yeni gözlerini açmış bir bebeğin şaşkın bakışlarında erimek de, anne-babalarla uzun uzun konuşabilmek de. Yapabilecek herkese böyle bir buluşmayı öneririm.

Ve bu seyahatin toplam masrafı, uçuş biletleri, araba kirası, yeme içme, ev, benzin, hepsi dahil, adam başı €650 idi. Kurun 4 olduğunu düşünüp de çarpınca az bir para değil elbette ama uçuk bir rakam da değil ve karşılığında aldığımız, hatıralarımızda çok özel yer edinecek anılar.

132 views0 comments

Recent Posts

See All
bottom of page